30 AĞUSTOS ZAFERİ’NE GİDEN ÇETİN YOL
Hamaseti ben de sevmem.
Günümüzün baş edilmesi gereken milli ölçekli dertleri var iken, eskinin kahramanlıklarının üstüne yatmayı doğru bulmam. Anacak, bu coğrafyada, insanın ve doğanın ve işleyişin kaderini değiştiren bazı olayların bilinmesi bir çok nedenle şart.
1900’lü yılların başı.
Emperyalist güçlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun tanıdığı ayrıcalıklarla hükmetme, topraklarıyla birlikte hakim olduğu coğrafyaların emir vereni olma, nihayetinde varlığını bölüşme konularında şiddetlenen umutlu çabalarının yoğunlaştığı dönem.
Hasta adam lakabını taktıkları imparatorluğun payitahtı olan İstanbul’da para alsatından, makam al satına kadar her işe burnunu sokmuş kişi ve gruplar cirit atmakta. Olanları, fakr-u zaruret içinde, hem pısmış, hem endişeye gark olmuş ruhlarıyla seyreden insanların biriktirdiği öfke ile buluşturup umuda ve güzel günlere taşıyacak yürekli insanlar da, gecelerini gündüzlerine katarak harıl harıl çalışmaktalar. Gerçekte mazlumun şirreti ve zulmü yeneceği anının matematiği gereğince formülü tasarlanmaktadır.
Karada ve denizde ölüm saçan sürüngenleri ve çelik kuşları olan, geçmişi insan kanı kokan çöplükten ibaret, öldüre öldüre yaşamayı doğanın vazgeçilmezi kanunu saymış medeniyeti maddiyattan öteye taşıyamamış anlayışın mümessili olanlar ile bunlardan korkanların edepsizlik halayıdır sergilenenlerin omurgası sayılacak hal.
Şuna emir ver, bunun görevini değiştir, ötekini görevden al, berikine ayrıcalık tanı düzeyine kadar ilerlemiş olan hafife alma işinden ötürü gururu incinen öfkeli askerler ve aydınların adım adım takip edilip baskılandığı bu zamanın en önemli kazanımı, Namık Kemal’in “vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini” ile ifade edilen umutsuzluğun değişmez sanılan yerini, “vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.” anlayışına bırakmış olmasıdır.
Koşullar çetindir.
İşgalci güçlerin merhametini arayan “muhiplerin” her biri bir yandan, aman “ekselanslarını kızdırmayalım”, “biz zaten treni kaçırmışız”, “medeni milletlerden birinin mandası olmadan nasıl yaşarız” gibi ipe sapa gelmez, çoğu da pompalanan korkunun tezahürü olan fikir ve anlayışlar şaşılacak derecede etkilidir.
Gak dedikçe et, guk dedikçe süt verilen canavarlara can da versen doyurmanın veya durdurmanın imkanının kalmadığını anlayanlar tayfası, o güzelim insanlar, koruyucu ve merhametli olduğuna dair reklamı yapılan sırtlanlığın farkına çoktan varmışlardı. Bütün mesele çakalların dişlerinin kırılıp zararsız hale getirilmesiydi.
Çakallar işbirlikçilerin ta da kendisiydi.
Az değildiler.
Ne yapacağının hesabıyla şaşırmış Osmanlı hükümet yetkililerinin etrafında kümelenmiş bu çakallar sürüsü, bu şaşkınlıktan nemalanmaya çalışan misyonerlik emrindeki sermayeyi de yanlarına almış olarak ali kıran baş kesen pozundaydılar.
Maliyesi ömrünün en kötü günlerini yaşayan imparatorluğa bağlı bulunan milletlerin bağımsızlık çabaları, zayıflıktan istifade uyanıklığı ve kışkırtmalar ile ayrı bir bela sağanağıyla yüz yüze bırakmıştı devleti ve zamanım hükümetlerini. Her millet yangından mal kaçırır gibi yapmaya giriştikleri bir yana, arkalarına da İstanbul’u fiili işgale memur edilmiş kişi veya devletlerden bir koruyucu seçmişlerdi.
Durum o kader çetrefilliydi yani.
İtirazı olanlar, rahatsızlığı örgütlenmesi muhtemel kişileri, İstanbul dışına yolladıkları bir yana, kimilerinin başlarına olmadık işler açmaktaydılar. Bilindiği üzere, en son kör topal devletin örgütsel işleyişine yön veren Osmanlı Mebusan Meclisini dağıtıp, kafa tutanları esir statüsünde Malta’ya sürgüne taşıdılar.
Özet olarak sözünü ettiğimiz koşulların açıklarıyla birlikte milletin kurtulma ve bağımsız olma isteğini akıllıca değerlendiren aydın ve millici askerlerin kotardıkları 19 Mayıs tarihiyle bildiğimiz operasyona umudun fiiliyata geçişinin başlangıcıdır denebilir.
Silahları ve devşirdikleri kişilerin çokluğuna güvenerek hareket eden işgalci güçlerin kendileri adına avantaj gördükleri bir gerçek de, milletin yorgun ve yoksul olduğuydu.
Olumsuzlukların etkisiyle ellerini ovuşturan iç ve dış düşmanların sayesinde tekerine taş değmeyen emperyal güçlerin Sevr rüyası akılcı politik manevralarla yok edildikten sonra, Mondros Mütarekesi’nin sonuçsuz bırakılması yolu deneniyordu. Bunun için, tehdit, şantaj, etkisizleştirme ve nihayetinde işgal ile yok etme planlarını devreye sokan bu güçlere cepheden karşı durmak fikri çoktaaan örgütlenmişti.
Parolası “tam bağımsızlık”ve işareti “ya istiklal ya ölüm” olan dikeliş önü alınmayacak coşkunluğu erişmişti.
Bundan sonrasıdır işte insanlığa ve mazlum milletlere örnek olan süreç.
İşgale direnen kişi ve fikirlerin örgütlenmesi, haklılığın zihinlerde inşaası, bunun millete ve dünyaya duyurulması, direnişin eylem planının yapılması, ekonomik imkanların eşgüdüme dahil edilmesi, lider kadronun hazırlanması, askeri gücün oluşturulması, politik sürecin yönetimi, düşman güçlerin oyalanması, silah temini ve dövüşün gününe karar verme süreci bir çarpıda gerçekleşmiş olmasa da, uğruna harcananlardan çok daha değerli bir zaferdi beklenen.
Bunun kararı ölüm kalım kararıydı.
Eşsiz komutan Mustafa Kemal ile bu davayı önemseyen arkadaşları, kendilerine ve inandıklarına sadakati konusunda kuşku duymadıkları millet ile birlikte cepheye çıkmışlardır.
Artık bu topraklarda inceldiği yerden kopacaktır tarihin damarları.
Konu 30 Ağustos 1922’de insanlığı titreten, mazlum umuduna maddi işlevsellik katan zafer.
Kim ne derse desin, kimler ne düşünürse düşünsün, kitaplar ne konuşursa konuşsun, emperyalizm, işbirlikçileri, araç-gereçleri, hızı, gövdesi ve bakış açısıyla yenilmiştir bu topraklarda. Mazlum milletlerin canı, malı ve bilgi birikimiyle destek verdiği milletimiz, sömürgecilerle hötçübaşlarına asla unutamayacakları gereken dersi vermiştir.
Bu gün, o Otuz Ağustos’un 101. yaş günü.
30 Ağustos, Anadolu’nun emekçi ve yoksul insanlarının geleceğine hesapsız kitapsız çullandıklarında, vatansever komutanların eşgüdümünde akıl almaz fedakarlıklar gösterip, hatta canı pahasına emperyalizmin uşaklarının kanlı ellerini kırıp doğduğuna pişman eden milletimizin acılı gurur günü. Bir bakıma dönüm noktası kaderinin.
Hatta 30 Ağustos’a, bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak olan her can için ders niteliği taşıyan bir sürecin ibretlik ve son dövüşünün doğum günü de denebilir.
Bize düşen, bu zaferi ve sonuçlarını sosyal, ekonomik ve bilimsel sıçrayışlarla taçlandırıp, tüm insanlığın barışını da gözeterek yarınlara taşımaktır.
Bunu başarabileceğimiz inancıyla, 30 Ağustos Zaferimizin 101. günü vesilesiyle, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, kahramanlığı onuruyla bohçalı, yiğit şehitlerimize, gazilerimize ve emeği geçen herkese minnet duyduğumu bildirir, tarihin namuslu çocuklarını saygıyla bir daha selamlarım.
Abbas Turan